24 Ekim 2017

Travel: Ölümsüz Aşkın Mabedi Agra

Ölümsüz Aşkın Mabedi Agra Kenti 


Tarih sahnesinde yer alan kimi yerlerin hikayesi kendilerinden daha çok öne çıkar ve belleklerde yer eder. Pek çok kişinin adını ilk defa duyduğu Kuzey Hindistan bölgesindeki tarihi Agra Kenti de işte bu ünden yana nasibini barındırdığı hikayelere kaptırmış mütevazi ama zengin şehirlerden bir tanesidir.


17. Yüzyılda Büyük Babür İmparatoru Şah Cihan henüz 16 yaşında olan Ercüment Banu isimli güzel kadına aşık olur ve beş sene bekledikten sonra onunla evlenir. Güzelliği, zekası ve iyilikseverliği ile bütün imparatorluğun gönlünde taht kuran bu zarif sultan Mümtaz Mahal olarak anılır olmuş. Eşine büyük bir aşkla bağlı olan Şah Cihan onu gittiği her yere götürüyor, zevkine ve fikirlerine çok önem veriyormuş. Bu duygulu, zeki ve güzel kadın 1631 yılında 14. çocuğunu doğururken vefat etmiş. Şah Cihan ise büyük bir aşkla sevdiği eşinin ölümü üzerine uzun ve derin bir yas dönemine girmiş. Hatta devlet işlerinden elini çekerek kendini sanat ve mimarlık projelerine vermiş. İşte eşine  duyduğu aşkı asırlar boyu anlatacak özellik ve büyüklükteki Taç Mahal’in inşası da ölen eşinin anısına gerçekleştirdiği en önemli proje olmuş.


Dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel anıt olarak kabul edilen Taç Mahal ve etkileyici hikayesine ev sahipliği yapan Agra şehri, Hindistan’nın kuzey eyaleti olan Uttar Pradesh’de yer alan ve Yamuna Nehri’nin kıyısına kurulmuş eski bir şehirdir.


Bir zamanlar Hindistan’da hüküm sürmüş Babür İmparatorluğu’nun eski başkenti olup buram buram tarih kokar. Tac Mahal ve Agra Kalesi gibi mimari harikalarıyla şimdi ki zamanın gayri resmi olarak ”Kültür Başkenti” sıfatını taşır.


Agra'daki Yamuna Irmağı'nın kıyısına inşa edilen ve Hindistan'ın sembolü haline gelmiş olan Taj Mahal'in yapımında imparatorluğun en usta zanaatkarları dahil 20,000'den fazla işçi çalışmış. Kusursuz beyaz mermerin altına döşenen  milyonlarca tuğla inşaat alanında pişirilmiş.


Yapının mimarları; Mimar Sinan’ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi, eserin yapımı için Şah Cihan tarafından İstanbul‘dan davet edilmiş. 1632’de inşasına başlanan eser, 20 yıl sonra 1652’de tamamlanmış.


Tac Mahal‘in yapımında parlak, ince mavi damarları olan beyaz mermer kullanılmış. Aynı mermerden yapılan ve yerden yüksekliği 82 metre olan ve  Mümtaz Mahal ile Şah Cihan'ın sandukalarının bulunduğu  kubbe, Mimar İsmail Efendi tarafından yapılmış ve 1648 yılında tamamlanmış. İnsan ağzından çıkan her ses, yedi kez yankılanacak şekilde akustiğe sahiptir.


Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alan Tac Mahal dünyanın harikalarından birisi ve çok özgün etkileyici bir mimariye sahip. Tac Mahal’in yapımında beyaz mermer ve kırmızı kum taşı kullanılmış. Görkemli ana türbe binası tamamen beyaz mermerden, külliye içindeki diğer kısımlarında ise kırmızı kum taşı kullanılmış. Tac Mahal’in mermerleri üzerine yapılan oymalarda akik, kristal, firuze, yakut, zümrüt, elmas, topaz, inci, mercan, lacivert taşı, sedef altın, fildişi gibi değerli taşlar kullanılmış.


Ziyaret için motorlu araçlarla dört kilometre kadar yakınına geliyorsunuz bu aşkın sembolü haline dönüşen zarif mabede. Sonrası ya elektrikli araçlarla ya da yürüyerek katediliyor, nazlı anıtı egzoz dumanından korumak için . Hatta beş yıl içinde ziyarete kapatılacağı sadece bir km yakınına yaklaşılarak görülebileceği söyleniyor. Yani bu olursa ilerde anıtın içinde gezmiş, zamanın eskitemediği aşk hikayesinin hüzünlü mekanına dokunmuş şanslı kişilerden olacağım. Taç Mahal günün farklı saatindeki ışıklarda farklı renklere bürünen şiirsel bir yapı. Sabah gün doğumunda Gül pembesi , gün içinde bembeyaz ve gün batımında altın rengine bürünüyor. Dolunay gecelerinde ise pırıl pırıl parıldadığı için, bu eşsiz sahne ziyaretçiler tarafından da yakalanabilsin diye ziyaret saati daha uzun tutuluyor. Hatta 1966 Hindistan-Pakistan savaşında, Pakistan savaş uçaklarına yol gösterici bir parıltı olmaması için Hindistan Hükümeti tarafından, kubbesi siyah bir çadırla örtülmek zorunda kalmıştır.


Tac Mahal'in en güzel manzarasına sahip Agra Kalesi ise Şah Cihan ve eşinin aşkında hüzünlü bir sona ev sahipliği yapmıştır. Taç Mahal inşa edildikten sonra oğlu tarafından devrilip bu Kaleye hapsedilen İmparator Cihan hayatının geri kalanını Oktagonal Kuleden Taç Mahali seyrederek ve yas tutarak geçirmiştir.


Sadece bir kale değil neredeyse bir kasaba olan Agra Kalesi  Babür İmparatoru Akbar tarafından kırmızı kum taşından inşa ettirilmiş ve 1573 yılında tamamlanmış .Kale’nin dört büyük kapısı vardır: Delhi kapısı, kralın resmi girişi için kullanılmıştır. Divan-i Has ve Divan-ı Aam sırasıyla, kraliyet mensupları ve halk için ayrılmıştır. Agra Kalesi, Babür mimarisinin bir özeti gibidir. Tac Mahal bahçelerinin yakınından başlayan kalenin 2.5 km uzunluğundaki güçlü surları, Babür hükümdarının imparatorluk şehrini çevrelerdi ve aynı zamanda İmparatorluğu’nun ikameti idi. Kalenin içinde Şah Cihan tarafından yaptırılan Cihangir Sarayı ve Has Mahal gibi birçok saray, Divan-ı Hasgibi kabul salonları ve iki çok güzel camii vardır. Kalenin şahane iç bahçelerinde ise sizi sırtı çizgili küçük sincaplar dostlukları ile karşılıyorlar. Hele bir de çantanızda onlar için yiyecek varsa en can dostları oluveriyorsunuz bir anda.



Agra’dan yaklaşık 40 km.uzaklıkta ise 1571 ve 1585 yılları arasında başkent olmuş Fatehpur Sikri ( Zafer Şehri) yer alır. Su problemleri yüzünden terk edilen külliye modeli şehir çok iyi korunmuştur ve neredeyse tamamı ayakta ve ziyaret edilebilir haldedir. Bugün hayalet şehir gibi olan ve büyük hayalleri olan, Babür hükümdarı  Akbar’ın kurduğu bu sanat eseri şehrin hikayesi de en az görünümü kadar masalsıdır:


Fatehpur, Akbar zamanında 30 yıl kadar Babür İmparatorluğunun başkentliğini yapmış. Başkentin buraya taşınma sebebi ise; bir türlü oğlu olmayan Akbar, buradan geçerken, burada yaşayan bir falcının methini duyar ve ona bir fal baktırır. Falcı ona üç tane oğlu olacağını söyledikten sonra, Akbar’ın gerçekten de üç oğlu olur. Bunun üzerine Akbar, başkenti bu falcının şehrine taşıma kararı alır.

Çok ince bir zevkin ürünü olan bu harika tarihi kentin en etkileyici özelliği; Akbar’ın Hindu, Müslüman ve Hristiyan eşleri kendi inançlarına göre düzenlenmiş birbirinden ayrı evleri –ve Akbar’ın birçok farklı görüş, felsefe ve dinden insanlarla faydalı tartışmalar yapmaktan hoşlandığı meclisinin, dört tarafa da aynı mesafede duran adalet balkonu…


Agraya gelmişken ve Taç Mahal’i de gezip bu mermer işçiliğine ve sanatına hayran olmuşken tabiki güncel atölyelerde devam ettirilen mermer kakma sanatını ( Pietra Dura) yakından incelememek olmazdı. Bu incelik, dikkat ve sabır isteyen zahmetli zanaat gerçekten insanı hayran bırakıyor. Ustalara övgülerinizi iletmeden ayrılamıyorsunuz.




Hindistan'ın kalabalık ve keşmekeşinin tipik örneklerinden olan Agra Kenti belki güzel bir şehir değil. Ama içinde barındırdığı süprizler ve güzellikler öyle anılarınızda yer ediyor ki burayı ziyaretinizi hep renkli ve güzel hatırlıyorsunuz. Agranın ziyaretçileriyle paylaştığı hikayeler ve renkler onların belleklerinde dünyanın dört bir tarafına yayılıyor ve küresel kültür mirasında ölümsüzleşiyor.


Bu şehirde Şah Cihan Taç Mahal’i inşa ettirirken eşine olan büyük aşkını yüzyıllar boyu diğer kuşaklara  anlatacak bir anıt inşa etmek istemişti. Belki de eşine aşkla bağli bir imparatorun acılı kalbinin son arzusu günümüzde hala gerçekleşmeye devam eden bir kehanettir? Ne dersiniz? 


26 Ağustos 2017

Travel: Hayaletler Kenti

Hayaletler Kenti : Kayaköy 


Sıcağın Ege’yi ele geçirmeye başladığı bir yaz günü düştüm Karaköy’ün peşine. Mimari yapısı, dar sokakları, kiliseleri ve doğasıyla etkileyici bir atmosferi olan bu eski Rum köyünü ziyaret etmemi , iyi bir gezgin olan annem tavsiye etmişti.  Bir zamanlar bölgenin zengin yerleşkelerinden olan, biri diğerinin ışığına gölge etmeden bir yamaca sıralanmış taş evlerin hüzünlü hikayesi beni etkilemiş gidip ben de bu ıssız kentin yalnızlığına bir nebze olsun dokunmak istemiştim.


Fethiye’den Ölüdeniz’e giderken, Hisarönü tatil beldesine geldiğinizde Karymlassos tabelâlarını izlediğinizde yaklaşık beş kilometre sonra karşınıza çıkıyor Kayaköy. Türkiye'mizde ki diğer tarihi ve turistik rotalarda da olduğu gibi yönlendirme ve bilgilendirme sistemi burası için de maalesef zayıf. Bu sebeple girişi kaçırmanız çok kolay. Müze kartın geçerli olduğu ama Karaköy'e ait hiçbir broşür ve bilgilendirmenin olmadığı  gişeden geçtikten sonra  yöresel el sanatlarını üretip satan modern Kayaköylülerin tezgahlarının arasından geçip, zamanın ve tarihin basamaklarında geriye doğru yolculuğa başlıyorsunuz taş sokaklarda. 


Yörenin ilginç tarihsel dokusunu oluşturan 350-400 taş bina, dev bir amfi tiyatro gibi biri diğerinin açısını ve manzarasını kesmeden yamaca  yerleşmiş Kaya Çukuru Ovasına hakim konumda. Her biri yaklaşık 50 m² büyüklüğündeki evler, genellikle alt katları kiler olarak kullanılan, girişte çatıdaki yağmur sularının toplandığı zemin altı sarnıçlarına sahip ikişer katlı yapılar . Bu evlerin arasına serpiştirilmiş çok sayıda şapel, iki büyük kilise, bir okul binası ve bir gümrük binası da ziyaret edilebilen noktalar. Gezi rotası yokuş ve taş sokaklar spor ayakkabısı gibi yürüyüşte konforlu bir ayakkabı gerektiriyor. Ayrıca çıkarken yanınıza su almanızı da mutlaka öneririm.


Kayaköy antik Karmilassos kenti üzerinde kurulmuş ama kentin geçmişi MÖ 3000'lere kadar gidiyor. Kentteki antik dönem kalıntılarından MÖ IV. yüzyıla tarihlenen lahit ve kaya mezarları günümüze ulaşmış durumda ve ziyarete açık. 


Eski adı Levissi olan şimdilerin Karaköy'ünde Rumlar ve Türkler uzun yıllar bir arada yaşamış. Kayaköy çukur ve yamaç arazide iki tip yerleşime sahipmiş. Yamaçta Rumlar oturup daha çok yerleşik düzene ait izler bırakmışlar. Çukur arazide ise  yoğunlaşan Türkler daha çok tarımla uğraşırlarmış. Bu nedenle de tepedeki Rum evleri, geçmişin izlerini saklıyor.Yüzyıllar boyu süren beraberlik bölgeye barış ve zenginlik katmış. 25 bine yaklaşan nüfusuyla; eczanesi, doktorları, okulları, civarda nam salmış üzüm bağları ve zeytinciliği ile anılan köy bölgenin barış ve zenginlik içindeki yerleşim bölgesi olmuş. 



Yunanlıların Batı Anadolu'daki işgalinde bile araları bozulmamış "Kaya"lıların. Yunanlıların yenilgisini, bölgeyi terk edişinini; sirtakilerle, zeybeklerle kutlamışlar günlerce. Savaşta bile ayrılmayan Türk ve Rumlar, 1923-1924'te mübadele ile ayrılmışlar. İnsanlar evlerini, topraklarını, komşularını bırakıp gitmek zorunda bırakılmışlar  yurt kabul ettikleri Kayaköy'den. Onların gitmesiyle boşalan Kayaköy'e, Yunanistan'dan gelen Türk mübadiller yerleştirilmişse de çoğunluğu tarım yöntemlerinin farklılıklarından burayı terk edip Orta Anadolu'ya yerleşmişler. Sonunda birer birer boşalan Kayaköy evleri ıssız bir huzura kucak açmış, kaderlerine terk edilmiş.


90’lı yılların başında SİT alanı ilan edilmesi ve Türkiye’de gelişen turizm  yapılanması neticesinde Kayaköy günümüzde hayalet sokaklar olarak turizme katkı sağlar hale gelmiş.


2004 yılında Kayaköy Louis de Bernieres’nin “Kanatsız Kuşlar “ kitabında zor bir aşk hikayesine fon oluşturur. Çok okunan bu kitap sayesinde dünya çapında bilinirliğini arttıran Kayaköy’ de ellerinde romanla gelip hikayenin platosunda dolaşarak kitabı zihinlerinde filmleştiren misafirlerini ağırlamaya başladı. 


2015 yılında bir başka sanatsal aktivite Kayaköy’ün kaderine müdahale etmiş oldu: Ünlü aktör Russell Crowe'un yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği 'the water diviner' filminin Türkiye'deki sahnelerinin bir bölümü bu sessiz,  kendi halindeki köy de çekildi. Sokaklarındaki sessizliğe rağmen Kayaköy dünya çapında tanınmış ve ünlenmiş oldu. 


UNESCO tarafından ‘Dünya Dostluk ve Barış Köyü’ ilan edilen Kayaköy  şimdilerde alternatif turizm arayan seyyahların ve şehir kaçkınlarının adresi olmuş. Buradaki sanat kampındaki aktivitelere katılan gezginler tatillerini renklendiriyor.  Ritim dersi, at gezisi, üç saatlik trekking, batik ,mine, resim dersleri…Tarih, doğa ve deniz keyfi de cabası…. 


Enteresan hikayelere fon oluşturmuş Kayaköy tüm tarihi boyunca, dostluklar, ayrılıklar, farklılıklar damla damla bünyesinde yer tutmuş sokaklarının. Ama günümüzde ruhunu havalandırmak, yeni başlangıçlara yelken açmak isteyen şehir kaçkınlarının da buluşma , kaynaşma noktası olmuş bu sessiz köy. 


Sizin de bir gün yolunuz Fethiye taraflarına düşerse , bunca yıldır tüm sakinlerinin ve ziyaretçilerinin sırlarını sessizce taşıyan Kayaköy sizi de bekler sükunetindeki huzurunu paylaşmaya… Buyurun ortak olun …




Nerede kalınır?

Kayaköy Sanat Kampı: Ev, çadır, oda olarak konaklama seçenekleri var. www.sanatkampi.com


Misafir Evi: Organik tarım yapılıyor. Zeytin, peynir, yoğurt ve ekmekler bile kendi üretimleri. . www.kayamisafirevi.com


Ne yapılır?

Köyde uzun uzun yürüyüş yapın ve terk edilmiş evleri birer birer keşfedin. 

Kayaköy Sanat Kampı’nda resim, ritim atölyesi, batik, fotoğraf, mine, ahşap oymacılık ve seramik dersleri var. Ayrıca uzun yürüyüşler de yapıyorlar.

Yeni yerleşim bölgesinin ortasındaki köy kahvesi muhteşem. Köylüler çok sıcak ve cana yakın.

Gemiler Koyu, Kayaköy’ün denizi. Beş kilometre mesafede. Yürüyüşle ulaşmak en güzeli.

Fethiye ve Ölüdeniz’e çok yakınsınız. Yamaç paraşütü yapıp antik kentleri gezebilirsiniz. 


Ne Yenir?

Mezeleri ve kuzinede ve saatlerce pişen eşlerinin lezzzetiyle ünlü Sarnıç bölgenin en iyi restoranı  . Sahipleri Faruk ve eşi canla başla çalışıyorlar. Zaman zaman onlar da atölyeler düzenliyor. Balkan Müzikleri Atölyesi bunlardan biri




9 Haziran 2017

Travel: Sakız Adası

Chios: Sakız Adası 


Canınız değişiklik mi istedi ? Bir ufak mola, biraz hava değişimi? Fazla vakit ayıramam da diyorsunuz ... Tamam o zaman Chios yani Sakız Adası Çeşme  Limanınadan feribotla sadece 45 dk. !  Hala ne duruyorsunuz haydi karşıya, Ada'ya!


Yunanistan’ın yüzölçümü itibariyle beşinci büyük adası olan ve yaklaşık 55.000 nüfusu olan Sakız Adası, Ege Denizi’nde Karaburun Yarımadası’nın karşısında yer alır ve Türkiye sahillerine sadece 6 km uzaklıktadır. Yani Çeşme sahilinde otururken Sakız'ı , Sakız'dan da Çeşme'yi çok rahat görebilirsiniz. 01 Nisan  – 31 Ekim tarihleri arasında geçerli olan Kolaylaştırılmış Vize uygulaması ile zahmetsizce 15 güne kadar vize alabilir ve her gün karşılıklı çalışan feribot seferleriyle adayı ziyaret edebilirsiniz. Ben Ertürk Lines firmasından aldığım gidiş dönüş bilet için 30 € ödedim. Hızlı ve konforlu bir seyahatten sonra Ada'nın merkezini de oluşturan limana yanaştık . Çabuk hallolan gümrük ve pasaport kontrollerinden sonra Ada'yı keşfe koyuldum . 



Ada'ya adını veren damla sakızı bütün dünyada sadece Sakız Adası’nda yetişir ve Adanın orta kısmından başlayarak güney kısmına doğru ilerledikçe yoğun bir şekilde yer alır. Sakız ağacı   (skinos) aslında Akdeniz’e has maki bodur bitki topluluğuna ait bir “çalıdır” ve bir sakız “ağacının” ağaç konumuna varabilmesi için en az yüz ila yüz elli yıllık bir süre gerekli. Bu yüzden günümüzde bu ağaçlar ciddi koruma ve bakım altındadır. Hatta Türkiye'de de  az sayıda olan , Çeşme'de bulunan sakız ağaçlarının çoğaltılmasını yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Zahmetli ve sabır isteyen damla sakızı üretme ve toplama çalışmalarını dilerseniz Ada'da yerinde görüp bilgi alabilirsiniz. Ya da 10. Yüzyıldan beri Ada' yı ziyaret edenler gibi muhtelif sakız ürünlerinden satın alabilirsiniz. Ürün çeşitliliği inanılmaz. Kurabiyeden kozmetik ürünlerine kadar çok değişik ürünlerde kullanılıyor sakız. Ben diş macununu aldım ve o günden beri başka macun kullanamadım .Tavsiye ederim .



 Damla sakızı ticareti 14. yüzyılda adayı işgal eden Cenevizliler tarafından başlatılmış. 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetine geçen adada, sakız üreticilerine ve bunu üreten köylere büyük imtiyazlar verilerek adaya ekonomik ve kültürel açıdan büyük katkı sağlanmış. Daha sonraki bağımsız dönemde, damla sakızı ticareti çok az sayıda bulunan “tüccarların” eline geçmiş. Yıllar boyunca bu tüccarlar, üreticilerden çok düşük fiyatlara aldıkları damla sakızını büyük kâr sağlayarak, dış pazarlarda satmışlar. Bunun engellenmesi için Yunanistan Devleti tarafından 1983 yılında “Enosi Mastihoparagogon” yani “Damla Sakızı Üreticileri Birliği” kurulmuş. Günümüzde  birlik görevine halen aktif bir şekilde  devam etmektedir.


Her ne kadar Ada'nın adı ve tarihi Sakızla anılsa da yapılan arkeolojik kazılar bölgede yaşamın neolitik çağlara ( M.Ö. 6000) kadar uzandığını göstermektedir. Daha sonra Antik Yunan Döneminde Atina ve Sparta savaşları sırasında bağımsızlığını koruyan bir ada olarak tarih sahnesinde adını duyurmaya devam etmiş. Bu dönemlere ait arkeolojik buluntular Arkeoloji Müzesinde yer almaktadır. 


Büyük İskender tarafından işgali sonucu Helenistik etki altına giren Sakız Adası, M.Ö 2.yüzyıldan itibaren Roma İmparatorluğu’nun müttefiki olmuştur ve bu ilişki Ada  9. Yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun hakimiyetine girene kadar devam etmiştir. Bu dönemde Arap Devletleri’nin akınlarına karşı kaleler ve kale şeklinde köyler inşa edilmiştir. Bizans mimarisinin en önemli eserleri 11. yüzyılda yapılmıştır ve Nea Moni Manastırı bunlardan biridir. Bu döneme ait eserler de Bizans Müzesi' nde görülebilmektedir. 


Daha sonra Ada' nın tarihi sırasıyla Ceneviz ve Osmanlı hakimiyetiyle şekillenir. Sakız Adası 1912 de Yunanistan'a bağlandıktan sonra ise  1922 yılına kadar Anadolu’dan göçen büyük bir mülteci kitlesine ev sahipliği yapar. Bu göçmenlerinin çoğu, Yunanistan’daki başka şehirlere götürülünceye kadar, geçici olarak, liman ve kaleye yerleştirilmişlerdir. Günümüzde, Sakız Adası sakinlerinin oldukça büyük bir kısmı, Anadolu’dan gelmiş o göçmenlerin torunlarıdır.




Sakız Adası’nda irili ufaklı 66 köy var.  Tarihte, korsanlardan korunmak için kale şeklinde inşaa edilen bu köyler, küçük vadileri, şifa verici baharatları, geleneksel ürünleri ve çok güzel muhafaza ettikleri Ortaçağ mimarisi örnekleriyle ziyaretçilerine keyif veren bir deneyim sunuyor . Bunların   en öne çıkanlarından bahsedecek olursam : 




Pyrgi Köyü: 


Adını köyün meydanında bulunan kaleden alan Pyrgi Köyü, Sakız Adası’nın güneyindeki en büyük köylerden biri.  Koruma amaçlı bir duvar oluşturacak şekilde kale gibi inşa edilen Pyrgi’de evler, iki-üç katlı ve sadece köyün içine bakan tarafta kapı ve pencereler var.


Çok sayıda ziyaretçiyi çeken köyün en önemli özelliği  ksista ( çizik) adı verilen ,evlerin ve kilisenin duvarlarının özgün süslenme şekli. Bu, duvarlardaki kaplamaların üzerine, geçirilen siyah kuma henüz yumuşakken, ustalar tarafından çizilen şekillerden oluşan bir dekorasyon tarzı. Genelde üçgen, kare ve dairelerden oluşan geometrik desenlere çiçek motifleri de eşlik ediyor . Köyün genelinde siyah beyaz renkte, hareketli cepheler bir ahenk ve bütünlük oluşturuyor. Her binanın önünde durup fotoğraf çekmek istiyorsunuz. Binaları seyrederek sokaklarda dolaşırken, benim dikkatimi çeken başka birşey de kurutulmak üzere asılmış , yöresel bir tür olan minik domatesler oldu. Siyah beyaz zeminde asılı duran kırmızı domatesler şahane süsler gibi heryere renk katmıştı. 


Ayrıca ada da üretilen Mastika adı verilen sakız likörünün en iyisini bu köyde, meydanının hemen yakınındaki Manos Souvenir adlı mağazada bulabilirsiniz. 


Mesta Köyü :


Sakız Adası merkezinden 35 km mesafede bulunan ve Bizans döneminde inşa edilmiş  Mesta Köyü, en iyi korunmuş, benzersiz bir mimariye sahip, ortaçağ köylerinden biri. 


Korsanların kaybolması ve köy merkezindeki önemli binalara ulaşamamaları için, bir labirent şeklinde inşa edilen köyün içine girmek için sadece iki kapı var.  Daracık sokaklar ve evler, köylülerin görünmeden çatılarda hareket edebilmeleri için boşluklar olmadan yan yana inşa edilmiş. Günümüzde, köydeki yapılarda duvar resmi (fresk) izleri hala görülebilen Mesta'da 1833 yılına ait aziz resimleri ve Palaios Taksiarhis’e ait kubbeli kral kilisesi de görülmesi gereken tarihi değerlerden.


Mesta Köyü’nde meydanda ziyaretçilerin ilgi gösterdikleri eski eşya satan çok sayıda dükkan ve  restoran  var . Köydeki turunuza tatlı bir mola eklemek isterseniz Ada'nın en iyi dondurmacıları da yine  bu meydanda sizi beklemektedir 

Salaş balık lokantalarına da ev sahipliği yapan  Mesta Limanı, köyden sadece 4 km mesafede. Ayrıca Köyün yakınında Apotika, Salagon ve Didymes gibi birçok  ünlü plaj bulunuyor.


Kampos:


Sakız Adası’nın merkezine yakın bir bölge olan Kampos, 14. Yüyılda Cenevizlilerden yapılma köşklere ev sahipliği yapar . Yüksek taş duvarlarla çevrilmiş narenciye bahçeleri ve bahçelerin içindeki, şahane köşkler vakti zamanında adanın en zenginlerinin yaşadığı evlermiş . Şimdilerde birkaçı otel ve restorana dönüştürülse de bölge hala Ada zenginlerinin ikamet ettiği kısım olma özelliğini sürdürüyor. Kampos’a gittiğinizde, köşklerin ve bahçelerin nasıl göründüğünü merak ediyorsanız, mutlaka bugün güzel bir kafe olan Citrus’a uğrayın.


Burada bulunan, bir zamanlar soylu Argentilerin rezidansı olan Argentikon Luxery Suites devasa bir bahçede yer alan beş müstakil villada , sekiz suitten oluşan Ada'nın en şık oteli.  Orta Çağ'ın özelliği olan kemerli kapılar, pencereler ve yüksek duvarlar, yerel Thymiana kızıl taşından inşaat tekniği ile uyum içerisinde, tarihe ve çevreye saygı göstererek bir araya gelmiş ve bir sanat yaratmış. Konaklama tercihiniz olmasa da gezip görmenizi öneririm. (argentikon.gr)


Volissos Köyü: 


Sakız Adası’nın merkezinden 40 km uzaklıkta ve nüfusu 500 kişi olan Volissos Köyü, adanın kuzeybatısındaki en büyük köy ve bir rivayete göre burası Homeros’un doğduğu köy.

Köyün üst kısmında, içinde binalar, sarnıçlar ve kiliseler olan Ortaçağ Dönemi’nden kalma bir savunma kalesi bulunuyor. Geceleri etkileyici bir ışıklandırma ile aydınlatılan kaleyi sahile bağlayan  bir de tünel var. Dar sokakların, eski taş konakların oluşturduğu köyde  yel değirmenleri ve Bizans kiliseleri de bulunmakta.

Turizmin oldukça gelişmiş olduğu köyde tavernalar, oteller ve birçok tesis hizmet vermekte. Ayrıca  adanın zeytin yağ ihracatının önemli bir miktarı buradaki üretimden karşılandığı için köydeki zeytin ağaçları ada için çok önemli.


Yemekler:


Sakız Adası’nda yemekler daha çok balık ve diğer deniz ürünleri ağırlıklı olmakla beraber Yunan mezeleri ve çeşitli et yemekleri de gayet başarılı. Meşhur Yunan yemekleri olan Moussaka, Souvlaki, Choriatiki, Yunan salatası ve diğer Yunan mezelerini hemen hemen tüm restoranlarda bulabilirsiniz. Adanın hem iç kesiminde hem de kıyı kesiminde oldukça kaliteli restoranlar  keşfetmek mümkün. Restoranlardaki fiyatlar oldukça uygun ve lezzet kalitesi de yüksek. Kısaca sıralayacak olursam Mezedopoleion Palaio Petrino,  Ouzeri  Tzivaeri, To Meliotiko Ouzeri, To Tavernaki Tou Tassou, To Mestousiko en çok rağbet gören restoranlardan bazıları.


Lagkada, Kataraktis ve Volissos’un Limnia koylarında güzel balık restoranları bulabilirsiniz. Ben Lagkada koyundakileri tercih ettim . Deniz ürünlerinin tazeliği ve pişirme sadeliği gerçekten damakta festival kıvamındaydı . Maviyle buluşan yemyeşil koyun görsel zenginliği de bambaşka bir keyif ekledi şahane yemeğimize. 


Sougania (soğan dolması), Ampelofia (yalancı dolma), Kolokitholuluda (pirinç veya peynirli kabakçiçeği dolması), Kolokithokefedes (kabak köftesi), Kremmidofites (soğanlı börek), Giozlemedes (gözleme),Melitzanosalata (közlenmiş patlıcan salatası), Tsirosalata(tütsülenmiş balık, pancar turşusu ile sunulur) Sakız Adası’nda mutlaka tadılması gereken mezelerdir. Sakız’da fava bakla yerine sarı mercimekten veya “gambulya” da denen yabani bezelyeden kapari karıştırılarak yapılır. Üzerine zeytinyağı dökülür. Bourtheto ise Arnavut biberi katılmış domates sosu içinde fırında pişirilmiş sardalyadır. Sakız köftesi ise sakız, kişniş, kimyon karıştırılıp zeytinyağında kızartılan köftedir.


Suma adındaki içki sadece bu adaya özgüdür ve incirden yapılan bir rakıdır. Anasonlu ve anasonsuz çeşitleri bulunur.


Adaya özgü Mastello Peyniri de Sakız da deneyeceğiniz ve yanınızda götürmek isteyeceğiniz özgün tadlardan bir diğeri


Tatlılara gelince; Sakız Adası sakız yetiştiriciliği ve onun diğer ürünleri ile çok meşhurdur haliyle en meşhur tatlısında da sakız başrol oyuncusu. Sakız tatlısı, sakızlı muhallebi,sakızlı dondurma tadabileceğiniz sakızlı tatlılar. Ayrıca, üzüm, elma, kiraz ve narenciyeden yapılan “chian” ismindeki kaşık tatlısını mutlaka denemelisiniz.


Adını tarihte denizcileri ve Sakız'la duyurmuş olsa da Chios değişik karakterdeki plajları, tarihi ve mimari  dokusunu muhafaza etmiş köyleri ve şahane gastronomik lezzetleriyle keyifli bir gezi deneyimi sunuyor. Hal böyle olunca da her yıl biraz daha fazla gezginin gezi güzergahına dahil oluyor. Ada hayatının sakin ve kendine özgü atmosferini soluyup bir süreliğine de adalı olmak isterseniz  Chios turistik olmadan, karakterini koruyarak size bu deneyimi yaşatmak üzere Çeşme sahillerimizin yanıbaşında ziyaretçilerini bekliyor.... Keyifli geziler....


8 Haziran 2017

Life: Benimle Oynar Mısın ?




Su olsam, ateş olsam 

Göklerdeki güneş olsam 

Konuşmasam taş olsam 

Yine de oynar mısın benimle 


Susulsam kusur olsam 

Ağızdaki küfür olsam 


Doğuştan esir olsam 

Yine de oynar mısın benimle 


Sayılmasam kaç olsam 

Toprakdaki güç olsam 

Aptal gibi suç olsam 

Yine de oynar mısın benimle 


Benimle oynar mısın 

Benimle oynar mısın


Geçen akşam kızlarla buluştuk. Epeydir bir araya gelemediğimiz için paylaşacağımız, konuşacağımız pek çok mevzu ve hadisenin birikmişliğiyle koşa koşa birbirimize aktığımız heyecanlı, neşeli kız buluşmalarından biriydi. Kah güzel anıların, kah kızgınlıkların anlatıldığı, paylaşıldığı ziyadesiyle hafiflenip ferahlandığı birkaç saat, biraz martini ve bolca şarap sonrasında arkadaşlarımdan biri çok sade ama bir o kadar da vurucu bir yorum yaptı:


" Ben , hayatımda benle beraber yürüyecek, hayatı paylaşacak biri'ni, oyun arkadaşı olacak biri'ni istiyorum . Neden bu kadar basit bir şeyi anlayıp, yaşayacak bir adam  yok ki etrafta ? " dedi ...


Gerçekten de ilişkilerimizi bir çocuk misali, oyun arkadaşı olmak gibi, saf ve doğal bir şekilde yaşamaktan ne zaman vazgeçmiştik ? Hangi ara aşk ve evlilik ilişkileri bu kadar karmaşık, finansal açıdan stratejik planlamalara dönüşmüştü? Ya da Teoman şarkılarındaki gibi " birlikte ama yalnız " sendromu niye uzun soluklu ilişkilerin tarifi olmuştu? Ve hangi ara biz kadınlar ve erkekler birbirimizin oyun arkadaşı olmaktan vazgeçmiş, yalnız ve mutsuz yetişkinler olmuştuk ? 


Aslında tüm bu sorular ve bizim bulamadığımız cevapları  pek çoğumuzun hayatın da eksik kalan kısımlar. Farklılıklarımız sadece muhtelif derecelerde bu eksikliği hissediyor oluşumuz. Oysa insan olarak en büyük ihtiyacımız sevmek, güvenmek ve paylaşmak.. Tıpkı iki küçük çocuğun oyun oynarken hesapsızca oyunun neşesini paylaşması gibi...


Sevgi ve ilişki en sade haliyle paylaşıldığında, eller güvenle ve hesapsızca birbirine uzatıldığında, dünya güzel ve yaşanır bir yer oluyor. Formül bu kadar basit ve aslında doğamızda kayıtlı... 


Ama biz yine de durumu karmaşık hale getirip birbirimizi aldatmayı, kırmayı, kandırmayı, kaçmayı, kovalamayı stratejiler kurmayı tercih ediyoruz. Korkularımızın yönettiği şahane replikler ve mizansenler yaratıp, oynayıp adın da aşk diyoruz. Daha da enteresanı bir de tüm bu oynadığımız  dramların  gerçek olduğunu sanıyoruz. Oyunlardan ve maskelerden yorgun düşene kadar , EGO'larımıza hitap eden oyuncaklarla avutuyoruz kendimizi . Kalplerimizde açılan kocaman kara delikleri doldurmak için, türlü türlü formüller deniyoruz. Kariyer, ev, araba, eğlence hayatı, estetik ameliyatlar, seyahatler, alışveriş, egzersiz..... Listeler uzayıp gidiyor...Deniyoruz da deniyoruz... Sevgiye duyulan özlemin açtığı boşluğu, doldurmaya uğraşıyoruz..


Sonuc ?


Bu kadar yoruluyoruz, kırılıyoruz, yaralanıyoruz, mutsuz oluyoruz, eksik hissediyoruz  ama maskelerimiz olmadan en yalın ve içten halimizle bir ufak soruyu sormaya cesaret edemiyoruz....


Benimle oynar mısın?


❤️

Peki Ya Sen?


Benimle oynar mısın?...



24 Ocak 2017

Travel: Saklı Güzel Magnesia

Saklı Güzel Magnesia 

İzmir’in 100 kilometre güneydoğusunda, Ortaklar- Söke karayolu üstünde, Aydın İli ,Germencik İlçesinde , turistikten ziyade arkeolojik açıdan aktif zorlu bir arazide ve sessiz ,mütevazı girişiyle buluşur sizinle Magnesia ...İlk bakışta orada bulunduğuna dair hiçbir işaret barındırmayan antik şehir , binlerce yıldır varlığını toprağın kendisine sağladığı bu sağlam kamuflaja borçludur. Ama 1984 yılında başlayan, 30 yılı askın süredir Prof. Dr. Orhan Bingöl’ün himayesindeki antik kazılarla yavaş yavaş güneşle buluşan Magnesia arkeoloji dünyasında nadide bir mücevher gibidir. 


Kent efsaneye göre ,Apollon’un kehaneti ve yol göstermesi üzerine Thessalia’dan  Anadolu’ya gelen Magnetler tarafından kurulmuş. Şehrin tam kurulduğu yer bilinmese de kayıtlarda antik dönemin ünlü kumandanı Themistokles'in ilk kurulan Magnesia’yı yönetenler arasında olduğu bilinmektedir. MÖ 460’larda Pers Kralı 1’inci Artakserkses, kenti, sürgüne gönderilen Atinalı Komutan Themistokles’e vermiş. Antik dönemin bu ünlü kumandanının ismi ‘300 Spartalı’ filminin devamı olan “300 Bir İmparatorluğun Yükselişi” filmini izleyenlere tanıdık gelecektir. Sadece sikkeleriyle tanınan bu ilk Magnesia, MÖ 399’da terk edilmiş. Diodor, Menderes Nehrinin sürekli yatak değiştirip taşması sonucu meydana gelen salgın hastalıklar ve Pers tehlikesine karşı Atinalı Thibron’un kenti M.Ö. 400-399 taşıdığını yazmaktadır. 


İlk şehre verilen ‘Magnesia ad Maeandrum’ adı, ‘Menderes Nehri kenarındaki Magnesia’ anlamına geliyor. Gümüşdağ yamaçlarında, ‘Arkaik Dönem’den beri orada bulunan Artemis Leukophryene Tapınağı’nın olduğu yerde kurulan ikinci yani bugünkü Magnesia kenti ise Menderes’in bir kolu olan antik Lethaios (Gümüşçay) kenarında yer almasına karşın eski adıyla anılmaya devam etmiş. İyonya’da, Efes - Priene - Tralles üçgenini birbirine bağlayan yollar üzerinde askeri ve ticari açıdan stratejik bir konuma sahip bir noktaya kurulan Magnesia, geçmişte tahıl üretimi ve bugün olduğu gibi incirleriyle ünlüymüş. MS 3. yüzyıla ait sikkelerde burası Anadolu’nun 7. kenti olarak tanımlanmıştır. Bizans İmparatorluğu ise 12. yüzyıla kadar Magnesia’yı piskoposluk merkezi olarak kullanmıştır.
 

Yeni Magnesia çevresi surla çevrili, yaklaşık 1300x1100 m2 bir alanı kapsayan, ızgara planlı cadde ve sokak sistemine sahip bir kenttir. Magnesia’nın bugünkü ünü; tasarım ve uygulamalarıyla günümüze kadar ulaşmış olan mimar Hermogenes’ten kaynaklanmaktadır. Antik yazar, mimar Vitruvius’a göre Hermogenes, Pseudodipteros tapınak planını ve sütun aralıklarına göre tapınak tiplerini belirleyen ilk mimardır. Vitruvius ayrıca Hermogenes’in baş eserinin Magnesia’daki Leukophryne Tapınağı olduğunu da söylemektedir. Hermogenes bu tapınağı arkaik döneme ait ilk tapınağın yıkıntıları üzerine Hellenistik dönemde inşa etmiştir. Tapınak İon düzeninde 8x5 sütunlu olup 67,5x40 m. Boyutuyla Anadolu’nun Helenistik dönemdeki dördüncü büyük tapınağıdır.

1994-2001 yılları arasında Artemis kutsal alanında yürütülen kazı çalışmaları sonucunda tapınağın önündeki altar ile agora arasında mermer döşemeli tören alanı ortaya çıkartılmıştır. Tören alanı çevresi boyutları 3 m.ye ulaşan tanrı kabartmalarıyla kaplı olup, önünde kurban halkaları yer almaktadır. Törenlere katılacak dernek yada grupların duracakları yerleri belirten “Topos” yer yazıtları, alanın iki yanını sınırlayan döşeme blokları üzerinde yer almaktadır. Kutsal alanı çevreleyen stoadan bölümler ortaya çıkartılmıştır. Artemis Kutsal Alanı’nın kuzey stoalarının arkasında yer alan yapılardan bir diğerinin ise latrinaya (genel tuvalet)  dönüştürülmüş olduğu anlaşılmıştır. Yapı, iki bölümden oluşmaktadır. Havuzlu ön odaya kuzeydeki kapıdan girilir. Batıdaki kapıdan tuvalet bölümüne geçilir. İki çeşmesi, temizlenmek için su kanalları, delikli oturma sıraları ve altlarında, atıkların yapı dışına ulaşmasını sağlayan eğimli kanalizasyonu olan genel tuvalet 32 kişi kapasitelidir. Günümüzde su bağlantısı hala aktiftir.

Magnesia’nın diğer önemli yapılarından biri de bugün mil altında kalarak ortadan kaybolmuş olan agorasıdır. Agoraya, Artemis kutsal alanından kutsal bir kapıdan girilir. Propylon tümüyle ortaya çıkartılmıştır. Agora 26 000 m2‘lik boyutu ve 414 sütunu ile dönemin en büyük çarşıları arasında yer almaktaydı. Magnesia’da eski çalışmalarda Bizans dönemine ait olduğu düşünülen yapının, 1989-2001 yılarında yapılan kazı çalışmaları sonucu Homeros’un “Odyseia” adlı eserinden tanıdığımız köpek bacaklı Skylla’nın macerasını anlatan kabartmalarla betimlenmiş başlıkların kullanıldığı Roma dönemine ait “Çarşı Bazilikası” olduğu anlaşılmıştır.
.

Günümüze kadar ki süreçte çeşitli nedenlerle tahrip olmasına rağmen, Türkiye’nin ve Dünya’nın en iyi korunmuş stadionu ( stadyumu) Magnesia’dadır. Yaklaşık 30.000 kişilik stadyumun uzunluğu (pist boyutu) 189 m’dir. Yazıtlardan, MS 3. yüzyıla kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Arena podyumunda 129 kabartma bulunmaktadır. Üst galeridekilerle birlikte ise stadyum , yaklaşık 150 kabartmanın sergilendiği bir açık hava müzesi niteliğindedir.Sadece beşi incelenebilen 27 kerkisteki yazıtlar büyük bir arşiv niteliği taşımaktadır. Bu özelliği ile de Stadyumun antik dönemin en önemli yapılarından biri olduğu anlaşılmaktadır.Mermerden inşa edilen stadyumunun duvarlarında boks, binicilik, atıcılık gibi sporların doğuşunu sağlayan oyunların izlerini mermer kabartmalarda görebilirsiniz. Ayrıca kazanan sporculara ödül olarak verilen çelenklerin frizleri de görebileceğiniz kabartmalar arasında. Antik çağlarda doping olarak kullanılan adamotu ise stadyum duvarlarında karşınıza çıkacak bir başka kabartma figürü olmuş. Görkemli yapı aynı zamanda en yüksek stadyum özelliğini de taşımaktadır Karşılaşmaların yapıldığı arena bölümünden başlayan merdivenlerle ayaktaki izleyicilere ayrılan üstteki galeriye ulaşıldığında, yükseklik 45 metreyi geçmektedir.

Magnesia Stadyum'u sayesinde, kombine bilet sisteminin ve şeref tribünü uygulamasının antik çağlardan beri uygulandığını öğrenmekteyiz. Stadyum'da protokole ayrılmış bir bölüm var :  ‘Proedrie’ adı verilen bu bölümde bulunan koltukların yüksek sırtlıklarında ve oturma bölümlerinde çok sayıda yazı yer alıyor.Diğer bölümler ise farklı kategorilere sahip. 30 bin kişilik stadyumda Efes Antik Kenti’nden gelen izleyiciler için 2 bin 500 koltukluk bir bölüm ayrılmış. Smyrna (İzmir) ve Myus gibi diğer şehirlerden gelenlere ayrılan yerler de yine oturma bölümlerine yazılan yazılar sayesinde anlaşılıyor. Ayrıca unvan ve mesleklere göre de gruplama yapılmış. İmparatorun, kent yöneticilerinin, başrahibin nereye oturacağı belliymiş. Fırıncılar, tuzlu balık üreticileri, kuşçular, bahçıvanlar ise koltuklarda adları yazılı meslek grupları arasında yer alıyor. Magnesialılar şehirlerini adeta bir eğlence merkezi olarak inşa etmişler, diğer kentlerden gelenler için düzenledikleri festival, şenlik ve organizasyonlarla para kazanmışlar. 

Sosyal sorumluluk bilinciyle, Stadyumda psikolojik rahatsızlıkları olan kişilere ayrılmış bir bölümün de olması dikkat çekici başka bir detaydır. Hastaları tamamen sosyal hayattan dışlamak yerine özel ve güvenlikli  bir bölümde oyunları izlemelerine olanak tanınmış ve rehabilitasyon süreçlerine katkıda bulunulmuş. Günümüzde böyle düşünceli bir uygulama maalesef hayatımızda yer almamaktadır. 

Stadyumun en arkasında yer alan bölüm oyunların ayakta izlendiği kısımmış . Araştırmacılar bu bölümün biletlerinin en ucuz yer olduğunu düşünüyorlar. Günümüzdeki konser-gösteri biletleri için de aynı uygulamalar geçerli . Sanırım insanlık binlerce yıldır aynı sistemleri güncellenmiş mekanlara taşıyarak devam ettirmiş. 


Magnesia’da dönemin inşaat tekniklerini inceleyebileceğiniz bir antik tiyatro  da yer almaktadır. Dini amaçlı törenlerde kullanılmak üzere yapılmakta iken heyelan nedeniyle yarım kalmış bir yapı olmasına rağmen koltuklarının olduğu bölümler de ilgi çekici detayları yine de görebilirsiniz. 






 

Magnesia’da bugün kısmen görülebilen diğer yapılar arasında ise, Milet’teki Faustina Hamamının bir kopyası olan hamam, Odeon, spor ağırlıklı bir eğitim merkezi olan Gymnasion, Roma tapınağı, Bizans suru ve 5. yy.a ait enine planlı Çerkez Musa Camii sayılabilir

Magnesia , çeşitli hastalık ya da doğal kaynak eksikliğinden terk edilip tarihin tozlu sayfalarındaki yerini alana kadar, 1000 yıldan  fazla sürede ayakta kalmış ve bölge halklarının cazibe ,eğlence merkezi olmuş . Bugün  Soke karayolundan geçen sürücüler ,geçmişin bu nadide hazinesinin yanından geçip gittiklerini fark etmeden yollarına devam ederken binlerce yıldır sessiz varoluşuna devam eden Magnesia sabırla bekliyor gezginlerini...